Av mevsimi, Yavuz Turgul’un yeni vizyona giren son filmi bir
kadın elinin bulunmasıyla açığa çıkan cinayeti ve üç polisin cinayeti çözerken
yaşadıklarını anlatıyor. Filmle ilgili yazıya dökülebilecek farklı başlıklar
var. Örneğin filmin başarısı bir polisiye olarak başlı başına
değerlendirilebilir ya da hemen hemen bütün diyaloglarındaki sınıfsal vurgu
üzerine uzun uzun konuşulabilir. Ancak bu yazıda yapmak istediğim, ki film
çıkışında üzerine konuşurken dönüp dolaşıp geldiğimiz konu filmde konu edilen
gerçeğe yakın kadın karakterlerinin yaşadıklarını ya da yaşayamadıklarını,
erkekler dünyasındaki diyaloglardan yola çıkarak okumaya ve anlamaya çalışmak
olacak.
Film bir kurban kadının anlattıklarıyla başlar. Zaten film
bir bakıma onun hikayesidir. Onun hikayesinde kendine yer bulan erkekleri
dinlerken, biz hep onun izlerini buluruz ama kendini göremeyiz, yok olmuştur.
Yok oluşuna şahitlik ederiz. Biz uzaktan bakan gözler olarak onu anlarız ama
kimsenin anlamamış olmasına da şaşmayız alışmışızdır.
Kadın aslında çocuktur. Babası, ağabeyleri, ailesinin eline
baktığı parababası yani sonrasında kocası ve kocasından kaçıp sığındığı
serserinin arasına sıkışmış sürüklenmiş ve sonunda kaybolmuş bir çocuk.
Öyle ki yabancı birileri etrafa saçılmış parçalarını bulup
da kim olduğunu arayıp sormasa tanıdıklarının hiç arayıp sormayacağı,
gittiğinden haberleri bile olmayacak denli görmezden geldikleri zaten çoktan
kayıp bir kadının hikayesi.
Filmdeki diyaloglarla tanırız bu kadın-çocuk-kurban
üçlemesinde kaybolan hayatı. Hikayede ilk ulaşılan şüpheli, belli ki kadının en
yakınındaki erkek, kocasından ve ailesinden kaçıp sığındığı serseridir.
Şiddetin ilk izlerini onun anlattıklarında görürüz. Bir kadınla yaşadığı
ilişkiyi aşk olarak tanımlayan adamın dayaktan, bıçakla yaralamaktan, üzerinde
sigara söndürmeye kadar uyguladığı şiddeti oldu işte deyiverip kendi için
normalleştirmesini izleriz.
Aynı erkek kadının ölümüne doğru düzgün tepki vermezken
kadının ağabeylerinin, namuslarını temizleme telaşı gözlerini kör etmektedir.
Söz konusu kadının namusudur, kadının namusu erkeklerin namusudur. Sonuçta
kadının ortadan kalkmış olması da erkeklerin aralarındaki savaşı bitirmez. İtiş
kakış kadının nezdinde namuslarını temizlemek için devam eder. Tabi herkes
gücünü yetirebildiğini suçlu ilan edip onu hedefine yerleştirecek cesareti
bulacaktır. Asıl suçlu ise hala kadındır.
Ölüm haberinin üzerine, söz hakkı babaya geldiğinde, kızı
için yaşlı ama “zengin” bir adamı şans olarak gördüğünü söyleyiverir bu zengin
ama yaşlı adamın gönlünün kızına kaymasını “Allah böyle istedi” diye açıklar
kendine. İlahi olanla, yaşananlar arasında alıp verilemeyen bir durum yoktur ne
de olsa. Burda başlar kadın-çocuk-kurban üçlemesi. Eğer ki ilahi olansa, bir
şans ise zengin ama yaşlı adamın kadın üzerindeki arzuları kadın evinden,
kocasından kaçarak belli ki Allah’ın isteğine karşı gelmiştir. Böylece
hayatındaki erkeklerin istekleri, doğruları ilahi bir zeminde mutlaklaştırılır
ki kadının infazı herkes için kolaylaşsın “hak ettiğini buldu” diyerek ondan
“sorumlu” olan erkeklerin yüreklerine su serpilsin.
Söz sırası kadının kocasına gelir, yani yaşlı ama zengin,
kaba fakat güçlü erkeğe. Onun kadınla ve aileyle ilişkisi sınıfsal konumundan
dolayı başka bir boyutta gelişir. Öyle ki bu avcılığa meraklı adam sadece
kendinin ve ailesinin yaşama hakkı olduğu konusunda nettir. Nasıl ki aileyi
yanında başka bir şehre taşımış, onlara iş vermiş, geçinmelerini sağlamış
üstüne bir de kızlarını kendisiyle evlenmeye layık görmüş bu minnet duygusu
başka tür bir bağlılık ve kendini adama ilişkisine dönüşmüştür, artık haklı
olan hep o olur. Bu teslim oluşla kadın zaten en baştan kimliğini, kişiliğini,
yani hayatını kaybetmiştir. Burada zengin adamın başka bir kadınla, eski
karısıyla olan ilişkisi hafızamızda birkaç cümleyle yer eder. Adam eski karısı
için, onu yüzüstü bırakmadığını, hala evde beraber yaşadıklarını söylerken
kendisince iyi niyetini gösterir. Hayatındaki kadınlara verdiği değeri onunla
yaşamak, gücünden yoksun bırakmamakla açıklar. Çünkü hayat onun ve onun istediklerinin
etrafında dönüyor istemediğini yok edecek gücü kendinde görüyordur.
Hikayede başka kadınlar da vardır. Mesela, Asiye’nin
hikayesinde güvensiz, kadının kimliğine katlanamayan bir koca görürüz.
Güvensizliğini, müdahaleciliğini, cinayet masasında çalışırken öğrendiği “şüphe
etme” ile karıştıran aynı zamanda karısını, çocuklarını göstermemekle terbiye
etmeye çalışan bir akılla karşı karşıya kalırız. Öyle ki, onun dediği
olmayacaksa ölmeyi hak edebilir bir kadın hem de tam da aynı nedenlerle ölmüş
olabilecek bir kadının katilini ararken!
Bir de anne vardır herşey olup bittikten sonra kurbanlığına
isyan eden, büyük ihtimalle en başından beri kendi doğrularını mırıldanmış
ancak söylediklerinin olayların akışına etki etmediği bir kadın.
Oysa ki filmin başından beri konu edinilen şüphe etmek,
farklı açılardan değerlendirebilmek, yaşananların sağına soluna bakıp anlamaya
çalışmak tam da bu annenin uzaktan uzağa mırıldandıklarının peşinden
gidildiğinde mümkün olur. Kafasındaki önyargılarında, kulaktan dolma
edindikleri doğrularında ısrarcı olan, ilahi doğrulardan dem vuranların
dünyasında yaşanan keşmekeşin bir kadının önce varlığını sonra bedenini toptan
yok edişini ortaya çıkaracak hikaye böyle başlar ve biter.
kaynak:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder